16 Ağustos 2022 Salı

Kuzey Anadolu Fayı'nın Keşfi

Yıllar önce bu yazının da kaybolabileceğini düşünerek bu yazıyı Bilim Teknik sitesinden kendi eski bloğuma aktarmıştım, yıllar sonra bakınca sitedeki linkin maalesef aktif olmadığını gördüm ve iyi ki başka bir yere aktarmışım diye düşünüyorum. 17 Ağustos 1999'ün yıldönümünde yine Celal Şengör'ün yazdığı KAF 'ın keşfine doğru giden süreçteki çalışmaların kısa bir derlemesi aşağıda. Genel olarak KAF'ı anlamak için uzun yıllar çalışan farklı araştırmacıların fikirlerini de aktaran yazı düşüncenin gelişimini anlamak için de önemli.

---------------------------------------------------

2016'dan üst not:

Kuzey Anadolu fayı hakkında google'lama yaparken, Bilim Teknik Dergisi'nin 1996 Ocak sayısında sevgili Celal Şengör'ün güzel bir yazısını buldum, direkt linki burada : (http://www.biltek.tubitak.gov.tr/sandik/deprem/kaf.html#1)  bunun yanı sıra yazıyı buraya da ekliyorum.

---------------------------------------------------

Hesapta Olmayan Önsöz! 
Bu yazı, 15 Aralık 1995 Cuma günü bitirildi ve TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi yetkililerine ulaştırıldı. Kuzey Anadolu Deprem Hattının büyük, doğrultulu atımlı bir fay olduğunu ve Anadolu'nun büyük bir kısmının, bu fay boyunca, Karadeniz sahil dağlarına nazaran batıya kaydığını keşfeden, Cumhuriyet tarihimizin yetiştirdiği kuşkusuz en büyük doğa bilimcilerimizden İhsan Ketin, 16 Aralık 1995 Cumartesi günü, sabaha karşı saat 02:00'de İstanbul'daki evinde vefat etti. Bu da, yazı içerisinde yer alan "KAF'ın İhsan Ketin tarafından keşfedildiği konusunda bilimsel literatürde herhangi bir belirsizlik olmadığı halde, bu keşfin ayrıntılı geçmişinin, doyurucu bir belgeleme ışığında henüz yazılmadığı da bir gerçektir. Bu kısa yazının amacı, böyle bir tarihe temel olabilecek KAN ve KAF kavramları arasındaki farkı ve bunların dayandığı belgeleri Türk kamuoyuna duyurmak ve ülkemizde yalnız can ve mal kaybına neden olmakla kalmayıp, Türk yerbilimleri camiasının dış dünya ile de sürekli temasta kalmasının en önemli nedenlerinden biri olan KAF'ın keşfinin tarihçesinin yazılmasına, hele onu keşfeden İhsan Ketin, depremselliğinin en önemli özelliğini ilk farkedenlerden Necdet Egeran, fayın tarihlemesini yapanlardan Sırrı Erinç ve M. Şakir Abüsselâmoğlu, ilk ciddi atım tahmini yapan İhsan Ketin'in doktora öğrencisi İhsan Seymen, KAF ile çeşitli nedenlerle ilgilenerek yurdumuza gelip çalışmalar yapmış Nazario Pavoni, Clarence Allen, Dan McKenzie gibi, aralarında yaşı sekseni aşmış olanlar da bulunan yerbilimciler henüz hayatta iken önayak olmaktır" çağrısının adeta acı bir kehanete dönüşmesine neden oldu. Bu yüzden, yazı hiç değiştirilmeksizin, ilk bitirildiği halinde bırakılmıştır... İhsan Ketin artık yok! Türkiye'nin bilim dünyası, bu yokluğa alışmakta kuşkusuz çok zorlanacaktır. Tek tesellimiz, onun geride bıraktığı eserlerine ve öğretilerine sahip çıkabilme, onlardan yararlanabilme şansıdır. Bu eser ve öğretiler geliştikçe, İhsan Ketin bizlerle yaşamaya devam edecektir. Onun bizlere benimsetmeye çalıştığı çok önemli bir öğreti var: Bilimi, bilim eğitimini ve bilimsel eğitimi ciddiye almak.Goethe'nin dediği gibi "bilimin tarihi, bilimin kendisi" olduğuna göre, şimdi yapılacak işlerden biri, artık yalnızca Kuzey Anadolu Fayı'nın keşfinin değil; ülkemizde tarihi çok eskilere uzanmadığı halde, İhsan Ketin gibi uluslararası bir bilim önderi çıkarabilmiş olan Türkiye yerbilimlerinin tarihini yazmak, bu görkemli başarı ile birlikte başarısızlıklarımızı da büyüteç altında incelemektir. Bu çalışma birçok şekilde yapılabilir. Geçmişin derslerini gelecek nesillere öğretmek, geleceğin şekillenmesine katkıda bulunmak, İhsan Ketin'in arkada bıraktığı bizlerin hiç kuşkusuz önemli bir ödevidir. Meslek yaşamı, âdeta, Türkiye'de yerbilimlerinin gelişim tarihi ile özdeşleşmiş olan Ketin'den geriye, yetiştirebildiği kadarıyla anıları da kalmıştır. Umudumuz, TÜBİTAK tarafından olası en kısa zamanda baskıya hazırlanıp yayımlanacak bu anıların, ülkemizde yerbilimleri tarihinin yazılmasında ilk adımı oluşturması; başta herkesin, elinde bulunan her türlü belgeyi saklamasıdır. Bunlar, TÜBİTAK ve Türkiye Bilimler Akademisi'nin, en kısa zamanda ortaklaşa kuracakları bir "Yerbilimleri Tarihçesi Komisyonu"na gerek oldukça devredilebilir, kopyaları verilebilir ve böylelikle bir "Türkiye Yerbilimleri Tarihçesi Arşivi" oluşturulabilir...
 
Kuzey Anadolu Fayı'nın 1948 yılında İhsan Ketin tarafından keşfi, Atatürk'ün bilim ve eğitim seferberliğinin en somut ürünlerinden biridir. Bu keşfin bilim tarihi içerisindeki yerini anlayabilmek için, sık sık onunla karıştırılan Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı'nın keşfinin tarihçesinin bilinmesi, başka bir deyişle, Kuzey Anadolu'da uzun mesafelerde birbiriyle çakışan iki yapının birbirinden ayrılması gerekir.
 
 
Kuzey Anadolu Fayı (KAF), doğuda Bingöl ilimizin sınırları içindeki Karlıova çöküntüsünün kuzeyinden başlayıp, batıda Bolu şehir merkezi civarında çatallanır ve önce iki, Geyve’nin batısında da üç ana kol boyunca Ege Denizi’nin kuzeyine kadar uzanır. Yaklaşık 1 500 km. uzunluğundaki genç (oluşum tarihi: geç Miyosen-Pliyosen, yani yaklaşık 11-5 milyon yıl önce) KAF, oluşturduğu dar ve uzun yer şekilleriyle topoğrafyada belirgin ve sık aralıklarla pek çok insanın hayatına mâl olan depremlerinden de gördüğümüz gibi, hâlâ faal, sağ yanal doğrultu atımlı bir faydır. Bu fay, Erzincan-Mürefte (Tekirdağ) arasında Istranca, Bolu, Ilgaz, İsfendiyar ve Doğu Karadeniz sıradağlarının temsil ettiği: İkinci Zaman (Mesozoik sonları: yaklaşık 100-65 milyon yıl öncesi) sonlarında bugünkü Japon Adaları’na benzeyen bir ada yayı olduğu sanılan Rodop-Pontid yapısal birliğinin güncel güney sınırını uzun bir hat boyunca izler. Bolu’nun batısında- güney kol bu sınırdan ayrılır ve Sakarya Zonu adı verilen bir diğer birlik içerisinde devam ederek Ege Denizi’ne ulaşır. Dolayısıyla KAF, büyük mesafelerde bugün Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı denilen ve yine Mürefte’den Erzincan’a, oradan da Zagros Dağları’na kadar gelen bir kıta-kıta çarpışma hattıyla büyük mesafeler boyunca koşutluk çakışır. Bu eski çarpışma hattı (teknik terimle kenet kuşağı veya sütur zonu), özellikle İkinci Zaman süresince batıda Pireneler ve Alpler’den, doğuda Himalayalar’a kadar uzanan büyük bir okyanusun (teknik adıyla Neo-Tetis [yani Yeni Tetis] Okyanusu’nun) kalıntılarını ve kapandığı yeri temsil eder.
 
KAF’ın Keşfinin Tarihçesi İncelenirken Karşılaşılan Temel Sorun
KAF’ın keşfinin tarihini doğru olarak saptayabilmek için, sık sık onunla karıştırılan kenet kuşağının keşfinin tarihçesinin bilinmesi gereklidir. Öncelikle, Kuzey Anadolu’da uzun mesafelerde birbiriyle çakışan iki yapı ayırt edilmelidir. KAF’ın, İhsan Ketin’in 1948 yılında yayımlanan klasik makalesinden önce de bilindiği tezinin savunulduğuna ve KAF ile bir diğer yapının birbirleriyle karıştırıldığına nadiren de olsa, tanık olunuyor. Söz konusu diğer yapı, Yani Kuzey Anadolu Nedbesi (KAN; veya Beresi: KAB), 1928 yılında Nowack tarafından keşfedilmiş, 1937 yılında da ilk kez Salomon-Calvi tarafından, Wegener’in kıtaların kayması teorisi çerçevesinde bir kıta-kıta çarpışma kuşağı olarak baştan yorumlanmıştır ve aslında Kuzey Anadolu’daki Neo-Tetis Kenet Kuşağı’nı temsil eder.
KAF’ın İhsan Ketin tarafından keşfedildiği konusunda bilimsel literatürde herhangi bir belirsizlik olmadığı halde, bu keşfin ayrıntılı geçmeşinin, doyurucu bir belgeleme ışğında henüz yazılmadığı da bir gerçektir. Bu kısa yazının amacı, böyle bir tarihe temel olabilecek KAN ve KAF kavramları arasındaki farkı ve bunların dayandığı belgeleri Türk kamuoyuna duyurmak ve ülkemizde yalnız can ve mal kaybına neden olmakla kalmayıp, Türk yerbilimleri camiasının dış dünya ile de sürekli temasta kalmasının en önemli nedenlerinden biri olan KAF’ın keşfinin tarihçesinin yazılmasına, hele olu keşfeden İhsan Ketin, depremselliğinin en önemli özelliğini ilk farkedenlerden Necdet Egeran, fayın tarihlemesini yapanlardan Sırrı Erinç ve M. Şakir Abüsselâmoğlu, ilk ciddi atım tahminini yapan İhsan Ketin’in doktora öğrencisi İhsan Seymen, KAF ile çeşitli nedenlerle ilgilenerek yurdumuza gelip çalışmalar yapmış Nazario Pavoni, Clarence Allen, Dan McKenzie gibi, aralarında yaşı sekseni aşmış olanlar da bulunan jeologlar henüz hayatta iken önayak olmaktır.
 
 
Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı’nın Keşfinin Tarihçesi
Kober’in Dağoluş Teorisi ve Nedbe Kavramı: Kuzey Anadolu’da bir kenet kuşağının varlığını bilebilmek, herşeyden önce, kıtaların dünya yüzeyinde yatay devinim yaptıklarını kabul etmeyi gerektirir. Bu teori, ciddi olarak ilk kez 1910 yılında, ABD’li glasiyolog (buzulbilimci) Frank Bursley Taylor; 1912 yılında da Alman meteorolog ve jeofizikçi Alfred Lothar Wegener tarafından ortaya atılmıştır. Bundan önce, Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkeyi doğudan batıya kateden büyük dağ silsileleri gibi dağ kuşaklarının, jeosenklinal (=yer teknesi) denilen ince uzun, tekne şekilli denizel havzalardan türediği sanılırdı. Bu varsayımsal ince uzun havzaların, iki kıta arasında, yerkürenin ısı kaybı sonucu kuruyan bir elma gibi büzülerek sıkıştığı ve içlerindeki tortul kayaçların buruşup kıvrılarak, havzayı iki yandan daraltan kıtaların kenarları üzerine yığıldığına inanılırdı (Şekil 1). 

  
Şekil 1.A. Kober’in tasavvuruna göre henüz kıvrımlanmamış, yani dağ oluşumu (=orojenez) geçirmemiş bir jeosenklinali (=yer teknesi) gösteren enine kesit. B. Aynı jeosenklinal yanal daralma sonucu kıvrımlandıktan sonra oluşan dağ kuşağından enine kesit. Nedbe, kıvrımlanmışdağ kuşağının birbirinden uzağa devrilmiş iki kanadını ayırmaktadır. C. Ara masifli bir dağ kuşağından enine kesit. Bu tiplerde nedbenin adeta genişleyerek bir ara masif (=Zwichengebirge) oluşturduğu düşünülür. Ara masifle kanat arasındaki çizgiye de nedbe denir. Kuzey Anadolu Nedbesi’nin bu ikinci tip nedbelerden olduğu düşünülürdü.


 
Jeosenklinali sınırlayan iki kıtaya doğru itilmiş bu kayaç paketlerini, Avusturyalı ünlü jeolog Leopold Kober’in lik kez 1914 yılında ortaya attığı gibi, ya bir ara masifin (Eduard Suess’ten alınan Almanca bir ifade ile Zwischengebirge) ya da bir nedbenin (Almanca: Narbe veya “doruk hattı”; Scheitelungslinie) ayırdığı zannedilirdi. Bu nedbe, Fransızca literatürde ‘cicatrice’ olarak bilinir. Narbe (=yara izi) ve cicatrice (=yara veya dikiş izi) sözcükleri, dikkat edilirse, birbirinden bir zamanlar ayrı bulunan iki yapının birleştiği çizgi anlamındadırlar. Daha açık bir ifadeyle, nedbe, jeosenklinalin ısıl büzülmenin doğurduğu sıkışma sonucu daralmasıyla meydana gelen dağ kuşaklarının iki kanadını birleştiren çizgiyi betimler.
Ernst Nowack ve Paflagonya Nedbesi: Bu nedbenin Türkiye’de görüldüğü konusunda yine Kober tarafından, 1914 yılında yapılmış olan ilk yayın tamamen kuramsaldır (Şekil 2).
 
  
 
Şekil 2. Leopold Kober’in 20. yüzyılın ilk yarısındaki tektonik görüşlere egemen olmuş “çift kanatlı” Alp dağ sistemi tasavvuru. Zwichengebirge ara masifleri (mor), pembe renkli alan kuzeye devrik Alpid (=Alp Dağları’na ilişkin) kanadını, mavi renkli alan da güneye devrik Dinarid (=Dinar Dağları’na ilişkin) kanadını göstermektedir. Kanatların kenarlarındaki küçük oklar dağ kuşağı içindeki kayaçların dağ kuşağını sınırlayan kıtalara göre hareket yönlerini işaret etmektedir. Benim eklediğim N harfi, Kober’in 1914 yılında ara masifi de sınırlayan nedbenin Kuzey Türkiye’de nereden geçtiğini düşündüğünü göstermektedir. Yine benim eklediğim KAF- Kober’in şemasına göre bu yapının bağımsız konumunu vurgulamaktadır. Kober, daha sonra, 1921 tarihli ders kitabının 26. şeklinde bu sınırı daha güneye, Marmara Denizi’nin güney sahillerine çekmiştir. 
 
 
Bu yayından çok daha yaygın olarak bilinen, Kober’in, 1921 yılında yayımlanmış ve 1928’de ikinci baskısını yapmış olan ünlü Der Bau der Erde (Arzın Yapısı) adlı tektonik ders kitabındaki Şekil 26, bütün yerbilimleri çevrelerini etkilemiştir. Bu etkinin izleri, Türkiye konulu bölgesel literatürdeki ilk yankısını, 1926-1927 yıllarında T.C. Ticaret Vekâleti’nde demir-çelik sanayii yerbilim uzmanı olan Avusturyalı jeolog Ernst Nowack’ın  (Şekil 3) Ankara’dan hareketle Türkiye’nin kuzeybatı bölgelerinde yapmış olduğu jeolojik ve coğrafi araştırma gezilerinin raporlarında bulmuştur. 
 
 
 
 Şekil 3. Kuzey Anadolu Nedbesi’ni ilk keşfeden Avusturyalı jeolog Ernst Nowack (1891-1946)
 
 
Bunların, hiç şüphesiz en önemlisi ve literatürde en çok ilgi görmüş olanı, 1928’de, Alman Jeoloji Cemiyeti (Deutsche Geologische Gesellschaft) dergisinde ve 1932’de Centralblatt’da yayımlanmış raporlardır. Nowack, kabaca, Ereğli-Sinop Beypazarı-Ankara dörtgeni içinde kalan alanlardaki yapısal jeoloji ve stratigrafik gözlemlerine dayanarak, Çerkeş-Devrez Çayı boyunca uzanan bir ezilme hattı keşfetmiş (Şekil 4); bunu Wilser ve Eduard Suess’ün daha önceki yayınlarında tanımlanmış olan Pontik (Türkiye sınırları içindeki Karadeniz) silsileleri ile Dinarik (Türkiye sınırları içindeki Toroslar ve Orta Anadolu) silsileleri arasındaki ayrım hattı olarak tanımlamıştır (Şekil 5) .
 
 
 
 
 Şekil 4. Ernst Nowack’ın ilk Paflagonya Nedbesi haritası (1928’de yayımlanmış olan “Die wictigsten Ergebnisse meiner anatolicshen Reisen” [Anadolu gezilerinin en önemli sonuçları] adlı makalesinin 1. şeklinden). Orijinal şeklinde Almanca metinlerin Türkçeleştirilmesi dışında hiçbir değişiklik yapılmamıştır.
 
 
 
 
 
 Şekil 5. Ernst Nowack’ın geliştirdiği Paflagonya Nedbesi fikrine temel oluşturan Eduard Suess’ün daha önceki Alpid ve Dinarid kavramlarından Rudolf Staub ve Wilser gib ijeologların geliştirdikleri Pontik (siyah) ve Dinarik (düşey çizgili) silsileler kavramları. Bunlar, aynı zamanda kabaca, Kober’in Alpid ve Dinaridleri’ne karşılık gelmektedir (Şekil 2). Nowack, Paflagonya Nedbesi’nin bu iki silsilenin sınırına karşılık geldiğini düşünmüş. Salomon-Calvi de Wegener, Argand ve Staub’u izleyerek, bu nedbenin Lavrasya adı verilen kuzey kıtalar topluluuğ ile Gondwana kıtası adı verilen güney kıtası boyunca çarpıştığı sinafiye tekabül ettiğini farzetmiştir. (Staub’un 40. notta verilen eserinin 5. levhasından kısmen alıntıdır).
 
Bu hat üzerinde sıcak su kaynaklarının bulunduğuna da dikkat çeken Nowack, bu çizginin, tüm Kuzey Anadolu’da dağ silsilesini batıdan doğuya kesen devasa bir hat olduğunu belirtmiş ve vatandaşı Kober’in terimini kullanarak, bu çizgiye Paphlagonische Narbe (Paflagonya Nedbesi) adını vermiştir. Dinarik ve Pontik sistemlerini ayırdığı varsayılan bu nedbe, Nowack’a göre, Kober’in narbesinin görevini görmektedir.
Nowack, 1932 yılındaki yayınında, daha kuzeyde Ereğli-İnebolu hattı arasında benzer bir diğer hat bulunduğunu öne sürmüş, buna da Ereğli çizgisi (Ereğli-Linie) adını vermiştir (Şekil 6). Aynı yayında Nowack, Ereğli çizgisi ile Paflagonya Nedbesi arasında kalan alana, yine Kober’in terminolojisini kullanarak Zwischengebirge (=ara masifi) yorumunu getirmiştir.
 
 
 
 
 Şekil 6. Ernst Nowack’ın, 1932 yılında yayımladığı Paflagonya Nedbesi konulu ikinci sentezinin haritası.
 
Wilhelm Salomon-Calvi ve Tonale Hattı: 1930’lu yıllarda Almanya’da esen Nazi rüzgârları, Musevi kökenli, Heidelbergli büyük üstad Wilhelm Salomon-Calvi’yi, 1934 yılında Türkiye’ye taşımıştır (Şekil 7). Geçen yüzyıl sonunda, Alpler’deki Adamello masifinde doktorasını yapan Salomon-Calvi, burada Kuzey Alpler ile Güney Alpler’i ayıran önemli bir kırık hattı keşfetmiş, buna da, hattın en belirgin olduğu Tonale geçidine atfen (Tonale Hattı (=Tonalelinie) adını vermiştir. 1905 yılında Salomon Calvi, Tonale bölgesindeki çalışmalarından hareketle, Tonale Hattı’nın, Eduard Suess’ün Alpid ve Dinarid dağ kuşağı sistemlerini birbirinden ayıran büük bir bölgesel hat olduğunu öne sürmüş (Şekil 5), 1932 yılında, bu hattın Alpler’in batısına da taşarak Korsika Adası’na kadar uzandığını varsaymıştır.
 
  
 
Şekil 7. Nowack'ın Paflagonya Nedbesi'ni, bir Kuzey Anadolu kenet kuşağı (kendi terimiyle "sinafisi") olarak ilk yorumlayan büyük Alman-Türk jeolog Wilhelm Salomon-Calvi (1868-1941)
 
 
Salomon-Calvi, Türkiye’deki çalışmalarına önce Ankara çevresinde başlamış, daha sonra ilgisini kuzeye çevirmiştir. Türkiye’ye gelmeden hemen önce, Kober ve Stille’nin kuramsal çatısının artık geçersiz olduğunu farkeden Salomon-Calvi, Wegener’in kıtaların kayması teorisinin ateşli bir savunucusu olmuş; Korsika’dan Yugoslavya’ya kadar uzattığı Tonale Hattı’na da bu çerçevede bir kıta-kıta çarpılma hattı olarak baştan yorumlamıştır. Bu yeni yoruma göre Kober’in nedbesi, aslında, iki kıtanın birbirleriyle çarpıştıktan sonra kenetlendikleri bir kenet kuşağıdır. Salomon-Calvi, bu yepyeni kavrama bir de yeni terim türetmiş ve synephie (sinafi= eski Yunanca’daki sunafeia: birlik, ritm birliği, uyum) adını vermiştir.

Salomon-Calvi 1937 yılında, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Çalışmaları serisinde 53 numara olarak yayımladığı Geologische Beobachtungen in der Türkei (Türkiye’de Jeolojik Gözlemler) dizisi makalelerinin, “Tonale Hattı’nın Türkiye’deki Devamı” adını verdiği dokuzuncusunu bu konuya ayırarak, Ernst Nowack’ın tanımladığı, Türkiye’nin kuzeyindeki Paflagonya Nedbesi’nin aslında bir sinafi olduğun vurgulamış, bu hattın doğuda İran içlerine, hatta Güneydoğu Asya’ya kadar izlenebileceğini öne sürmüştür. Onun bu önemli yorumunu, o zamanlar pek az jeolog anlayabilmiş, hele ülkemizde bu önemli yayın ne yazık ki hiçbir yankı yapmamıştır.
 
Daha sonra MTA Enstitüsü’nde de çalışan Salomon-Calvi’ye, ünlü Rus jeolog Ivan Muşketov’un kendisi gibi ünlü bir jeolog olan oğlu Dimitri Muşketov başvurarak, Türkiye’nin yapısı hakkında derli toplu bir eserin bulunmadığını vurgulamış ve Salomon-Calvi’den bu konuda bir eser yazmasını rica etmiştir. Salomon-Calvi, bu konuda o zamana kadar yapılmış çalışmaların yetersiz olduğunu bildiği halde, bir özet yazmaya karar vermiş ve o yıllarda ülkemiz hakkında kaleme alınmış en önemli tektonik sentezi oluşturan ünlü makalesini MTA dergisinde yayımlamıştır. Burada Paflagonya Nedbesi’ni ilgilendiren kısım, üstâdın, makalesinin 57. ve 61. sayfaları arasında verdiği yorum kısmıdır (Die Deutung der paphlagonischen Narbe: Paflagonya Nedbesi’nin Yorumu). Burada Salomon-Calvi, Wegener teorisine göre Paflagonya Nedbesi’nin veya kendi terimi ile Tonale Hattı’nın (Şekil 8)  kuzey kıtaları ile Gondwana kıtaları arasındaki çarpışma kuşağı olduğu yorumunu ayrıntılarıyla tekrarlamış ve bu nedbenin, makalesinde sözü geçen depremlerden de görülebileceği gibi, hâlâ faal olduğu tezini, aynen selefi Nowack gibi tekrar ederek vurgulamıştır.
 
 
 
 Şekil 8. Salomon-Calvi’ye göre Anadolu’nun yer yapısı ve bu yapı içerisinde kendisinin Tonale Hattı adını verdiği Kuzey Anadolu Nedbesi’nin yeri.
 
İhsan Ketin’den Önce Türk jeologların Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı Hakkındaki Yayınları: Türkiye’de yerbilimin tanıtılıp örgütlenmesinde kuşkusuz en çok hizmeti geçen kişilerden İstanbul Üniversitesi Jeoloji Ord. Profesörü Hamit Nafiz Pamir’in (Şekil 9) İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Mecmuası’nda, 1944 yılında yaptığı yayın, bir Türk tarafından Kuzey Anadolu deprem hattı üzerine yapılan ilk sentez denemesidir.
 
 
 
 
 Şekil 9. Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nı “Kuzey Anadolu Beresi” adı altında, Nowack’ın Paflagonya Nedbesi fikri çerçevesinde yorumlamakta ısrar eden jeolog Ord. Prof. Hamit Nafiz Pamir (1893-1976).
 
 
Ne var ki, bu deneme, Nowack ve Salomon-Calvi’nin (yanlış olduğu İhsan Ketin’in 1948’deki makalesiyle ortaya çıkan) tezlerinin, yeni deprem olaylarıyla sözde desteklenen bir tekrarı olmaktan ileri gidememiştir. Ketin tarafından daha sonra geliştirilen, Kuzey Anadolu’daki depremlerin, bahsi geçen nedbeden tamamen bağımsız yepyeni bir yapının sonucu oldukları görüşü, bu depremler üzerindeki atımların ayrıntılarıyla haritalanarak kinematik-mekanik yorumları yapılmadığından, bu tarihlere kadar hiçbir jeolog tarafından anlaşılamamış, çoğu bu nedbeyi bir sıkışma kuşağı olarak yorumlamıştır. Pamir’in 1944’de tam onaltı yıl sonra, 1960’da Dinamik Jeoloji ders kitabının ikinci baskısının ikinci cildinde, Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nı aynen 1944’de yaptığı gibi bir “bere” (=cicatrice) olarak yorumlaması, İhsan Ketin’in 1948’deki fikirlerinin, yani sağ yanal doğrultu atımlı KAF savınını, kendisine hâlâ ne derece yabancı olduğunu göstermesi bakımından aydınlatıcıdır: “Orta Anadolu sıradağlarıyla Karadeniz sıradağları arasında, Samanyı yarımadasından ve doğurda hemen hemen Erzurum’a kadar takip olunabilen bir dağlık bölge devam etmektedir. Bolu, Ilgaz masifleri, Yeşilırmak ve Kelkit boyunda uzanan dağlar buraya aittirler. Takriben doğu-batı doğrultusunda olan bu dağların çekirdekleri Paleozoik formasyonlardan müteşekkil olup İkinci ve Üçüncü Zaman tabakalarıyla örtülüdürler. Bölge Alp orojenezi ile bir dip antiklinali vücude getirmiş, fakat temellerinin çoktan pekleşmiş olması dolayısı ile kenarları, uzunluğuna faylarla kırılmıştır (Şekil 10).
 
 
 
 Şekil 10. Emile Argand’ın dip antiklinal kavramı. Pamir, Kuzey Türkiye dağ kuşaklarının ve onları güneyden sınırlayan Kuzey Anadolu beresinin bugünkü faaliyetlerini, Argandvari bir dip antiklinalinin sıkışmaya devam etmesine bağlıyordu.
 
 
Bu suretle batıdan doğuya doğru Düzce, Bolu, Gerede, Niksar, Çerkeş, Ilgaz, Tosya, Kargı, Suluova, Erbaa, Kelkit, Suşehri, Erzincan, Erzurum ve Aras çukurları teşekkül etmiştir. Bütün bu tektonik çöküntü havzalarında eskiden beri şiddetli depremler olduğu gibi 1939’dan beri de âfet şeklinde sarsıntılar vuku bulmuştur. Bu son depremlerde, söylenen bölgelerde, yerde büyük dislokasyon yarıkları hâsıl olmuştur. Hemen hepsi aynı doğrultuda olan bu yarıkların birinin bittiği yerde diğeri başlamıştır. Bu suretle doğuda Sansa boğazından itibaren batıda Abant Gölü’ne kadar takriben 850 km. uzunluğunda bir dislokasyon çizgisi husûle gelmiştir. 1939’dan beri vuku bulan depremler, Kuzey Anadolu’nun önemli bir beresi olan bu büyük fayı bunun yakınınıdaki daha küçük dislokasyonları meydana çıkarmıştır.” Pamir’in o zaman ülkemizde yaygın kullanılan ders kitabında yanal atımlı faylardan çok yüzeysel olarak bahsedip, buna ülkemizden örnek vermemesi ve bu çerçevede KAF’tan hiç bahsetmemesi, 1960’lı yılların başında, Türkiye yerbilimleri çevrelerinin Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nın karakteri konusundaki fikirlerinin çok yalın bir göstergesidir. Nuriye Pınar-Erdem ile E. İlhan tarafından 1977 yılında yayımlanmış olan ve 4. notta bahsi geçen makale de bu duruma çarpıcı ve bir o kadar da düşündürücü bir örnek teşkil eder. Buna karşılık, Ketin’in 1957 yılında ilk baskısını yapan Umumî Jeoloji ders kitabında aynı konuda yazılanlara bakalım: “Arzkabuğunun hâlen faal durumlu, hareketli bölgelerindeki fayların ekserisi ise doğrultu atımlı faylardır. Bunlar uzun mesafeler boyunca devam ederler ve Arz kabuğunu uzun bloklara ayırırlar. Çanakkale’den Erzincan doğusuna kadar uzanan ‘Kuzey Anadolu Deprem Çizgisi’, büyük ölçüde böyle bir fay olduğu gibi, Kaliforniya’daki Sand Andreas fayı da aynı karakterdedir.”
 
 
KAF’ın Keşfinin Tarihçesi
 
Kuzey Anadolu’da bir deprem kuşağının varlığı, en azından geçen yüzyılın ortasında sismolojinin (=deprembilim) kurucularından Robert Mallet’in büyük eseri The First Principles of Observational Seismology (Gözlemsel Deprembilimin İlk İlkeleri) adlı kitabının ikinci cildinde bulunan “Akdeniz’in Sismik Şeritleri” adlı haritanın yayımlanmasından beri, yaygın olarak biliniyordu (Şekil 11). 


Şekil 11. Robert Mallet'in 1862 yılında yayımladığı Akdeniz'in sismik şeritleri haritasının Türkiye'yi de gösteren kesimi. Kuzey anadolu'da işaret edilmiş olan silik sismik bölge, KAF'ın faaliyetini gösterir.

Ancak 27-28 Aralık 1939 Erzincan felâketi ve onu izleyen on yıl boyunca Kuzey Anadolu’yu kasıp kavuran, onbinlerce insanın hayatına mâl olan deprem âfetlerine kadar bu deprem hattı, adı geçen birkaç jeolog dışında kimsenin dikkatini çekmemişti. Bu tarihten sonraki âfetler, yalnız Türkiye’de çalışan Türk jeologların değil, buradaki yabancıların da dikkatini çekmiş; Salomon-Calvi ve başta Hamit Nafiz Pamir olmak üzere küçük bir jeolog grubu, bu depremleri haritalayarak yayınlar yapmışlardır. Bu uğraşıda en çok emeği geçenler arasında Coğrafya Ord. Profesörü İbrahim Hakkı Akyol’u, MTA jeologlarından Necdet Egeran’ı (Şekil 12A), o tarihlerde asistan veya doçent olan İstanbul Üniversitesi jeologları İhsan Ketin, Enver Altınlı ve Nuriye Pınar’ı; İstanbul Üniversitesi Yerbilimleri Ord. Profesörü Edouard Paréjas’ı, MTA uzmanı İsviçreli usta jeolog Maurice M. Blumenthal’i ve daha sonra Emin İlhan adıyla Türk vatandaşlığına geçen Avusturyalı jeolog Erwin Lahn’ı (Şekil 12b) saymak, kadirşinaslık gereğidir.


 Şekil 12. Kuzey Anadolu Deprem Hattı boyunca deprem merkez üslerinin, 1939 Erzincan depreminden sonra aşamalı olarak batıya kaydığını ilk farkedenjeologlar A: Necdet Egeran (1907-) ve B: Emin İlhan ([1907-1990] 24.12.1956'dan önceki adı Erwin Lahn).
 
Bu yayınların istisnasız tamamı, yabancı tektonik uzmanlarının eski yorumlarına bağlı kalarak, bu deprem hattını, artık son demlerini yaşamakta olan Alpin dağ oluşumunun son ölüm çığlıkları, Paflagonya Nedbesi’nin son depreşmeleri olarak yorumlamışlardır. Hamit Nafiz Pamir’in 1944 yılındaki yayınının basit bir tekrarı olan ve 1948 yılında Londra’da toplanan Uluslararası Jeologlar Kongresi’ne sunduğu ve orada yayımlanan tebliğ de, daha o zaman bile, geçersiz oldukları artık bazılarınca anlaşılmaya başlamış olan görüşleri tekrarlayan yazılar arasındadır. 1960 yılında yayımladığı ders kitabının ikinci baskısında yer alan ve yukarıda aktarılmış olan ifadeler, Pamir’in 1944’deki düşüncelerinin değişmediğini; Pınar-Erdem ve İlhan tarafından 1977’de yayımlanan makale de, bu bayat görüşlerin, ülkemiz jeologları arasında ne denli uzun ömürlü olduğunu ortaya koymaktadır. Burada, Türkçe eserlerde ve uluslararası literatürde sık tekrarlanan bir yanlışı düzeltmek gerekir: 1939 Erzincan depreminden sonra deprem merkezlerinin (episantr), Kuzey Anadolu deprem bölgesi boyunca, aşama aşama doğudan batıya kaydığı ilk defa Ketin (1948) tarafından değil; Egeran ve Lahn (Şekil 12A ve B) tarafından 1944 yılında vurgulanmıştır: “Bu sahada vuku bulan son sarımlar devresinde, episantrın doğudan batıya doğru tedricen yer değiştirdiği müşahade olunmuştur.” Ketin’in 1948 makalesinde, yaygın olarak yazılanların tersine, bu konuya değinilmemiştir.
 
İhsan Ketin’in (Şekil 13) yayımladığı 1948 tarihli makale ise yepyeni bir yorumun, bir devrimin ilk habercisidir. Ketin, Kuzey Anadolu ‘daki Paflagonya Nedbesi ile depremlerin ilişkisini bütünüyle reddederek, depremlerin o zaman dünyada pek az bilinen yepyeni bir fay türünün, doğrultu atımlı ve genç bir fayın hareketinden kaynaklandığını saptamasını yapmış; bu fayın eski dağ oluşum yapısının (orojenik yapının) bırakın bir parçasını oluşturmayı, tersine, bu yapıyı parçaladığını, orojenik hızda hareket eden epirojenik bir yapı olduğunu ve eski nedbeyi her yerde izlemediğini göstermiştir (Şekil 14).
 
 
 
Şekil 13. Kuzey Anadolu Fayı'nı keşfeden İhsan Ketin (1914-1995)
 
 
 
 
Şekil 14. İhsan Ketin'in 1948 yılında Geologische Rundschau dergisinde yayımladığı ve doğrultu atımlı Kuzey Anadolu Fayı'nı ilk defa gözteren haritası (haritayı daha da büyütmek için üzerine tıklayın). Aynı harita, bir yıl sonra Türkiye Jeoloji Kurumu Bülteni'nde, Almanca bilmeyen Türk jeologların yararlanması amacıyla Ketin'in tarihi makalesinin bir Türkçe tercümesiyle birlikte tekrar yayımlanmıştır. Fayın değişik taramalarla gösterilen tüm orojenik (=dağ oluşum) bölgelerini keyfi bir şekilde kestiği dikkat çekiyor. İşaretler (Zeichen): 1. Palezoik kristalin çekirdekler (Ar Bl: kenar silsilelerini ve kenar volkanlarını da içeren Arap Bloku; AN Bl:Kızılırmak-KM, Menderes-MM, Sakarya ve Konya masiflerini de içeren Anadolu Bloku; AM Ege masifi; PM Pontik altı masifi; RhD: Rodop masifi; Istr: Istranca masifi; IM: İstanbul Masifi); 2. Güney anadolu silsileleri; (Ta: Tauridler, Ir: İranidler); 3. Kuzey Anadolu silsileleri (An: Anatolidler, Po: Pontidler); 4. Eski dislokasyonlar; 5. Yeni deprem hatları ve yer değiştire yönleri; 6. Deprem merkez üsleri veya şiddetle harap olmuş yerler. Diğer kısaltmalar buraya konulmasına gerek görülmemiş olan şehir veya kasaba adlarıdır. Bu tarihi harita, yalnız Türkiye'nin değil, tüm Doğu Akdeniz'in güncel tektoniğinde devrim yapan görüşlerin ilk habercisi olmuştur.
 
 
Ketin, 1948 makalesinde tanımladığı doğrultu atımlı fayın eski yapılarla bir ilişkisi olmadığını, üzerine basarak vurgulamıştır. Burada verilen yorumun, Salomon-Calvi’nin sinafisi ve onu, Nowack’ı ve Blumenthal’i izleyen Hamit Nafiz Pamir’in cicatrice’i ile coğrafi yakınlık (KAF, yer yer nedbeyi izlediği için de coğrafi eşlik) dışında hiçbir ilişkisi yoktur. Bu nedenle, söz konusu yapının gerçek karakteri (bir nedbe veya bere kuşağı değil de doğrultu atımlı bir fay olduğu), İhsan Ketin tarafından keşfedilmiştir. Ancak, bunu anlayabilmek için, kullanılan terimlerin tarihçesini ve arkalarındaki kavram topluluğunu ayrıntılarıyla bilmek gerekir. Hele hele KAF’ın İskoçya’da 1946 yılında, William Q. Kennedy tarafından ilk kez yayımlanan Great Glen fayından sonra ilk farkedilen büyük yanal atımlı fayların ikincisi, büyük faal yanal atımlı fayların da birincisi olduğunu (büyük dâhi Wegener’in 1915 yılında yayımladığı, ancak 1953 yılında kadar birkaç kişi dışında kimsenin inanmadığı Kaliforniya San Andreas Fayı yorumu hariç) ve bunu bir Türk jeologun o zaman hem tüm dünyadaki jeologların çoğunun, hem de kendi çalıştığı üniversitelerdeki hocaların savundukları genel kanıyla çelişen bir şekilde, zamanının en az yirmi yıl ilerisinde bir görüşle yayımladığını bilmek, İhsan Ketin’in yorumuna bambaşka bir çehre kazandırır. Bir çizgi boyunca depremler olduğunu söylemek ile, bu çizginin yanal veya Ketin’in ifadesiyle doğrultu atımlı bir fayın ifadesi olduğunu söylemek arasında büyük fark olduğu açıktır. Ketin, 1948 yılında yayımladığı makalesinde, KAF boyunca bir Anadolu blokunun batıya kaçmakta olduğunu da ilk kez söylemiştir. Aynı yayında Ketin, Anadolu’nun güneyinde bu batıya kaçışı mümkün kılacak, KAF’ın simetriği, fakat sol-yanal bir fay olması gerektiğini de söyleyerek, 24 yıl sonra keşfedilecek olan ve kâşifleri arasında kendi öğrencilerinin de bulunduğu (Prof. Dr. İhsan Seymen ve şimdi Stanford Üniversitesi’nde görevli Dr. Atilla Aydın) Doğu Anadolu Fayı’nın da, bir anlamda kâhinliğini yapmıştır. Ketin’in çizdiği tablo, Doğu Akdeniz faal tektoniği ve depremselliği hakkındaki çağdaş görüşlerin hâlâ temelini oluşturan kuramsal çatıdır ve Ketin’den önce söylenenlerle hiç bir ilgisi yoktur.
 
KAF’ın Keşfinin Uluslararası Yankıları
 
1960’lı yıllarda levha tektoniği teorisi, Wegener’in görüşlerini tekrar aktüel hale getirince, Nobel ödülüne eşdeğer görülen Japon ödülü sahibi, İngiliz tektonikçi Dan McKenzie, Akdeniz’in güncel tektoniği hakkında kapsamlı ilk yayını hazırlamıştır. Levhal tektoniği teorisinin mimarlarından olan McKenzie’nin yayınının kaynakları arasında, KAF hakkında yalnızca İhsan Ketin’in makalesi verilmiş; Paflagonya Nedbesi hakkındaki yayınlar, bu arada Hamit Nafiz Pamir’in makalesi de, konuyla ilgisiz olmaları ve depremlere neden olan doğrultu atımlı bir faydan bahsetmemeleri nedeniyle kullanılamamıştır.
 
İhsan Ketin’in devrim yapan önemli 1948 makalesi, Türkiye dışında ciddi uluslararası bilim çevrelerinde de hakettiği ilgiyi görmüştür. 1984 yılında, benzerlerinin en eskisi ve en prestijlisi olan Geologica Society of London, ağırlıklı olarak bu nedenle, kendisini şeref üyeliğine seçmiş; 1988 yılında da, yerbilim alanında Avrupa’nın en önemli üç madalyasından biri olan Steinmann Madalyası, büyük ölçüde KAF’ı keşfi nedeniyle, Geologische Vereinigung tarafından kendisine verilmiştir. Aynı yıl Ketin, Geological Society of America’ya da şeref üyesi seçilmiştir.
 
KAF’ın Keşfinin Türkiye İçin Önemi
 
Kuzey Anadolu Nedbesi’nin, günümüzün geçerli tektonik kuramı olan levha tektoniği teorisi kapsamındaki yorumu, paleotektonik bir yapı olan Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenedi’dir (yaşı 55-45 milyondur; faaliyetini tatil edeli en az 24 milyon yıl olmuştur). Başka bir deyişle, bu yapı, artık faal olmayan eski, ölmüş bir yapıyı ifade etmektedir. Faal iken (yani en fazla 24 milyon yıl önce) hiç kuşkusuz bugünkü Himalaya veya Alpler’de olduğu gibi, uzun zaman aralıklarıyla görülen sıkışma depremleri ile belirlenen bu yapı, artık hiçbir deprem üretmemektedir. KAF’ın levha tektoniği içindeki yorumu ise bir transform fay olduğudur (oluşum yaşı 11-5 milyon; hâlâ faal). Bu yapı hâlâ hareket etmekte, sık aralıklarla, doğrultu atımdepremleri oluşturmaktadır. Genellikle sağ ve orta derinlikteki (nadiren derin odaklı) geniş oval alanlarda kendilerini hissettiren sıkışma depremlerine kıyasla, yanal atım depremleri değişik bir karektere sahiptir. Çünkü hemen her zaman sığı, dar ve uzun alanlar boyunca etkinliklerini hissettirirler. KAF’ın geçmişte Kuzey Anadolu Nedbesi ile karıştırılmasının üzücü bir sonucu, Kuzey Anadolu depremlerinin nedenlerinin ve tabiatlarının uzun yıllar anlaşılamaması olmuştur. İlk kez İhsan Ketin’in çalışmaları, KAF üzerinde ne tür depremlerin beklenmesi gerektiğini belgelemiş, bu konuda hem sismologlara hem de depremle ilgili çalışmalar yapan coğrafyacıdan inşaat mühendisine kadar değişik bir yelpaze içinde yer alan araştırmacılara yol göstermiş; bununla da kalmayarak dünyada tektonik deformasyonların büyük faylarla belirlenen faal yer değiştirme hatları ile çevrilmiş olduğunu ve burulma yamulmalarına dirençli katı blokların birbirlerine göre yaptıkları hareketler açısından betimlenebileceklerini göstermiştir. Ketin ile birlikte o zamanlar dünyada Alman Franz Lotze ve Kanadalı W. Tuzo Wilson gibi bir avuç jeolog tarafından savunulan bu önemli görüş, 1960’lı yıllarda yerbilimlerinde devrim yaratan levha tektoniği teorisinin de temilini oluşturur.
 
Ancak, KAF’ın İhsan Ketin tarafından keşfinin, Türkiye açısından çok daha büyük bir önemi vardır. O da, Atatürk’ün, saptadığı “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak” hedefi çerçevesinde okuyup muasır medeniyeti Türkiye’ye getirmeleri için Avrupa’ya tahsile gönderdiği gençlerden birinin, en az Avrupa ve ABD’de bilimin en ön saflarında ilerleyen meslektaşları kadar bilime, dolayısıyla insan uygarlığına katkı yapabileceğini halkına ve dünyaya kanıtlaması olmuştur. Bu, kuşkusuz, Türk jeologların daima övünecekleri muhteşem bir başarıdır.
 
 
Kuzey Anadolu Fayı hakkındaki geniş bilgisiyle bana bu yazının hazırlanmasında yardım eden dostum ve çalışma arkadaşım Aykut Barka’ya, yazıyı okuyup eleştiren Naci Görür ve Aral Okay’a teşekkür ederim...
 
A. M. Celal Şengör
Prof. Dr. İTÜ Maden Fakültesi, Jeoloji Bölümü

28 Temmuz 2022 Perşembe

Coğrafya Hocamız Sırrı Erinç

Neredeyse varlığını unuttuğum eski blog larımdan birinin, bana bir şey hatırlatmak üzere kaynak olarak gösterilmesiyle hatırladığım sitedeki eski yazıları, yeni siteye aktarmaya karar verdim. Altta yer alan yazı Atlas Dergisinden bakarak nete 2010 yılında aktardığım güzel bir yazıydı. Umarım burada yer alması sorun yaratmaz. Bu ve bunun gibi yazıların da blogspot'un eski sayfalarında halen kalması bir yandan da hoş bir durum, artık kendi başlarına birer internet arkeolojik varlığı haline geliyorlar. Yazı içi verdiğim eski bir çok linkte çoktan kaybolmuş. Özellikle devlet kurumlarında host edilen yazıların da uçması bir hayli üzücü

Yazı: Gökhan Tan
Fotoğraflar: Sırrı Erinç Arşivi
Atlas Dergisi, 2002 Mayıs, Sayı 110

Coğrafyamızın belleği, modern yer bilimlerinin öncüsüydü. Sırrı Erinç’in ölümüyle Türkiye coğrafya hocasını yitirdi.

Sırrı Hoca’yı bir çizgi roman kahramanına benzetiyorum. Başında fötr şapka, ağzında sigarası, uçsuz bucaksız arazinin ortasında takım elbiseyle dolaşan heybetli bir adam. “ Bir arazi kıyafeti bile edindiremedim” diyor eşi Vahide Erinç: “ O da elbise, bu da elbise derdi.” Belki de Sırrı Erinç’i gerçek kılan, o elbisenin altından çıkaracağı bir pelerininin olmaması. Bizden biri olması. Hoca’nın eski fotoğrafları arasında dolaşırken, zaman zaman Vahide hanım bile onu, arazide kendisine rehberlik eden Anadolu insanlarından ayırt etmekte zorlanıyor. İpucunu yine Hoca veriyor; istisnasız gülümsüyor tüm fotoğraflarda. Muzipçe bir gülüş bu. İnsanlığa faydalı yeni bir maceranın peşindeki kahramanın gülüşü.


Prof.Dr. Sırrı Erinç çalışmalarına, 1984 yılında İÜ Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü müdürlüğünden emekli olduktan sonra da devam etti. Eylül 2001'de İstanbul'daki evinde çekilen fotoğraf, ünlü coğrafyacımızın son fotoğrafı oldu.

Has Üniversitesi’nin Balat’taki kampüsünde Sırrı Erinç hakkında sohbet ederken Yücel Yılmaz bir ara ayağa kalktı. Üniversitenin rektörü, odasının Haliç’e bakan büyük kemerli pencerelerinden birine yaklaştı ve dışarıyı gösterdi. “Burası” dedi, "bir zamanlar karaymış. Deniz gelgit olayı nedeniyle karaya sokulmuş ve bu halici oluşturmuş”. Coğrafyacının işi bunu söylemek, yani yeryüzü şekillerinin tanımını yapmaktır. Erinç’in coğrafyası bu kalıba sığmaz. Karşıda Galata’yı göstererek, “Demek ki kara yükselmiş. Tektonik hareketler yeri hangi yöne sıkıştırmış? Boğaza açılan diğer akarsularda neden aynı şey görülmemiş? Acaba buzullar mı etkili olmuş?”. Sırrı Erinç, yerkabuğunda gördüğümüz her oluşumu meydana getiren olayları ve süreçlerini anlamaya çalışan bir coğrafyacıydı. Celal Şengör, Yücel Yılmaz’ın verdiği örneği daha ileri götürür ve sık sık Erinç’in 19. Yüzyılda coğrafyayı “ilgili tüm bilimleri” içeren bir disiplin olarak ortaya koyan ünlü dahi Alexander Von Humboldt’un yarattığı ekolün son temsilcilerinden olduğunu söyler.


Sırrı Erinç (ortada), Uludoruk (Cilo) Dağı'nda 1948 yılında gerçekleştirilen 15 günlük kamp çalışmasında.

İlginç olan, Sırrı Hoca’nın 66 yıl boyunca yüreyeceği bu yolu henüz bir lise öğrencisiyken belirlemesi ve hazırlıklarını da buna göre yapması; İstanbul Erkek Lisesi’nde ana yabancı dil olan Almanca’nın yanında, Fransızca ve Rusça öğreniyor. ( Üniversitede buna İngilizceyi de ekliyor; İtalyancayı okuyup anladığına ise Celal Şengör şahit.) Öğretmenleri Erinç’i İstanbul Üniversitesi’ne götürerek daha sonra Türkiye Bölgesel Coğrafyasında büyük bir isim olacak Besim Darkot ve jeolojinin Türkiye’de ayrı bir disiplin olarak gelişmesi için ilk adımları atan Hamit Nafiz Pamir’le tanıştırıyor. Liseyi birincilikle bitiren Erinç, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’ne giriyor; aynı anda Yüksek Öğretmen Okulu’na da kaydını yaptırıyor. Zamanın milli eğitim bakanı Hasan Ali Yücel’in özel izniyle, dönemin müfredatında ağırlıklı olarak tarih dersleri yerine Jeoloji Enstütisü’nün tüm derslerini alıyor. Coğrafya ve jeolojiyi eşzamanlı okuyarak 1940 Türkiye’sinde bir ilki gerçekleştiriyor. Aynı yıl Coğrafya Bölümü’nde asistanlığa başladı.
1940’ın Türkiye’de yer bilimleri için yeni bir milat olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu dönemde yer bilimleri “ üniversite koridorlarından” gerçek anlamda çıkıp, özellikle Sırrı Erinç ve İhsan Ketin’in çalışmalarıyla özgün arazi çalışmalarına yöneliyor. Söylemek istediğim bu dönem öncesinde bilimsel arazi çalışmalarının yapılmadığı değil, fakat veriler toplandıktan sonra ortaya konan sonuçların tümüyle yeni bir şeyler söylemediği. Bu çalışmalar genellikle, Kayser, Kober gibi dünyanın önde gelen bilim adamlarının teorilerinin Türkiye için yorumlanmasından ibaret.


Kaçkar Dağların’daki araştırmasını anlatırken, “ Merak ve öğrenme ateşi içinizi kavurmazsa, bu iş olmaz.” demişti Sırrı Hoca, “hele dönemin Türkiye’sinde”. Tren ancak Erzurum’a kadar gidiyordu. İspir’e 200 kilometrelik mesafeyi posta tatarıyla yürüyüp, dağlarda gecelemişler. Yer şekilleri ve iklim ilişkisi, daha ilk yıllardan itibaren mesleki ilgisinin odağını oluşturuyordu. Buzullaşma, bu konuda geçerli verileri sağlıyordu, ancak Türkiye’de buzul olduğu o döneme kadar bilinmiyordu. 1944 yılında tamamladığı doktora çalışmasında, Kaçkarlar’de buzul oluşumunu ilk defa detaylı olarak belgeledi. Doğu Karadeniz Dağları’nın Pleistosen’den bu yana tektonik yükselmeye uğradığını jeomorfolojik olarak kanıtladı. Erinç bu araştırmasını 1949 yılında zamanın en önemli jeoloji dergilerinden Geologische Rundschau’da yayımladı ve uluslar arası alanda ismi ilk olarak bu çalışmayla duyuldu.


Sırrı Erinç'in 1940'lı yıllarda çektiği fotoğraflar, onun keşiflerini belgelemenin ötesinde, olasılıkla o coğrafyanın ilk fotoğraflarıydı. Cilo Dağı'nın 4135 metrelik en yüksek doruğunu ve geri çekilen buzulu gösteren bu iki fotoğrafı 1948'de çekmiş.

Bu başarıyı, burada alt alta okumakta sıkılacağınız kadar çok çalışması takip etti. 1945 ve 1948 arasında Van Gölü ve Sapanca’da gerçekleştirdiği limnolojik ( gölbilimsel) araştırmalar, Türkiye’nin ilk göl batimetri (eşderinlik) haritalarını ve ilk termal göl çalışmalarını ortaya çıkardı. 1954 yılında Karadeniz çevresinin Dördüncü Zaman’daki jeolojik evrimini konu alan ünlü makalesini yayımladı. Amerikalı jeolog Richard Foster Flint, Dördüncü Zaman konusunda 1970’li yılların sonuna kadar en geçerli başvuru kaynağı olarak kabul edilen kitabında, Hoca’nın makalesinden yararlandı ve bu makaleyi mutlaka okunması gereken eserler listesinde verdi. Ege Rift Alanı’nın detaylı ilk tektonik sentezini 1955’te yaptı. 1961’de İhsan Ketin tarafından bulunan ve artık hayatımızın belirli bir parçası olan Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın yaşını belirledi. 1970’de eski Yunan coğrafyacı Strabon’dan beri bilinen Kula volkanik alanının haritasını çıkarıp, jeolojik ve morfolojik gelişme süreçlerini belgeledi. Anadolu’daki karstik alanların C.A.Alagöz’ün 1944 tarihli ilk yayınından sonra detaylı ilk sentezinin yaptı, Konya Ovası ve İç Toroslar’da traverten konileri gibi yeni karst şekillerini tanıttı. Pek çok depremden sonra, fayları haritaladı ve yorumladı.

Fotoğrafçılık Erinç için ayrı bir tutkuydu. 1960 yılında Konya Karapınar'ın, kumulların genişlemesi nedeniyle çölleştiğini, emektar Voigtlander'ıyla çektiği fotoğraflarla duyurdu.

Amerikalı ünlü tektonikçi John Dewey, Türkiye neotektoniği konusunda yapacağı çalışmalar için 1979 yılında Sırrı Erinç’ten yardım ister. Sırrı Hoca, Dewey’i Yalova kıyılarında kendi buluşu olan ve 1980’li yıllarda dünyada önemli çalışmalara ışık tutacak taraçalara götürür. Celal Şengör’ün aktardığına göre Dewey o ana kadar sadece coğrafyacı olduğunun bildiği Erinç’in bilgisine hayran olur ve o ana kadar gördüğü en iyi arazi jeologlarından biri olduğunu söyler. İklimbilimci Nüzhet Dalfes yıllar sonra İstanbul Teknik Üniversitesindeki bir sohbette, Dewey’in bu teşhisini duyduğunda verdiği karşılık şudur:” Valla jeoloji bilgisini değerlendirmeye benim gücüm yetmez ama dünya iklim sistemleri hakkında ne söylerseniz söyleyin anlayan ve üzerine bir şeyler ilave edebilen tanıdığım Türkiye’deki tek insan Sırrı Bey’dir.” Mehmet Karaca’da Dalfes’in sözlerini doğruluyor: “ Klimatolojinin tüm alt dallarına dalmış başka bir bilim adamımımz yok.” Türkiye’nin önde gelen iki iklimbilimcisinin bunu söylemesi oldukça çarpıcı. Sırrı Erinç, coğrafyanın bir alt disiplini olarak uğraştığı klimatolojiyi, Türkiye’de yerleştirmiş ve 40 yıl sonrasında bile aşılması zor bir çerçeve oluşturmuş. Bugün Sırrı Erinç’in kendi adıyla anılan bir indis’i var. 1965 yılında ortaya koyduğu bu indis, yağış etkinliğini belirleyen ve yalnız klimatolojide değil, jeomorfoloji de dahil olmak üzere birçok alanda uygulanabilen bu formül, o güne kadar kullanılan kuraklık indisi formüllerinin en pratiği.

Tüm bu araştırmalar, Türkiye’nin Sırrı Erinç sayesinde jeomorfoloji ve klimatoloji disiplinlerinde sesini duyurabildiği çalışmaların sadece bir bölümünü içeriyor. Sırrı Hoca, elde ettiği başarıdan sonra araştırmalarını yurtdışında yayımlatma ( ve bu sayede gelir de elde etme) şansına sahip olduğu halde, ses getirecek çalışmalarını ilk kez İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Dergisi ve bu derginin İngilizce baskısı Review’da yayımlıyordu. Hoca pek çok önemli keşfinin bu dergide dünyaya duyurdu. Çalıştığı üniversitenin prestiji kadar, bu yayınların değiş tokuş edilerek enstitünün ulaşma şansı bulamadığı yabancı yayınlara ulaşmasını da düşünüyordu. Erinç, kuruluşundan itibaren bu iki derginin de yayın kurulunda görev aldı ve bilimsel seviyenin uluslararası düzeyde olması için çabaladı.


Kaçkarlar'da buzullaşmanın etkilerini incelediği çalışması, Sırrı Erinç'in uluslararası alanda ismini duyuran ilk araştırmasıydı.

Uzun yıllar boyunca ve hiç ara vermeden yayın çıkaran Sırrı Erinç’in bir başka çarpıcı yönü de eserlerinin -doldurduğu boşluğa bakıldığında- oldukça kısa sürelerde kaleme alınmış olması. (Yazma konusundaki çabukluğunun yakın arkadaşı İhsan Ketin’i ble kıskandırdığı söylenir.) Yer bilimleriyle ilgili Türkçe ve güncel yayınlara duyulan ihtiyacı karşılama arzusuyla olsa gerek Sırrı Hoca, yeni ürettiği ya da derleyip belli bir metadolojiyle bir araya getirdiği bilgileri bir anca yayımlamaya özen gösteriyor. İlk kez 1958’de yayımlanan iki ciltlik Jeomorfoloji kitaplarının ikinci baskısının önsözünde, Erinç’in bu özelliğini kendi ağzından duymak mümkün: “ Kitap, her bakımdan baskıya hazır olarak Haziran 1967 sonunda teslim edilmiş olmasına rağmen işler her nedense ağır yürüdü” diyor Erinç. Kitabın basıldığı Ocak 1968’e kadar belli ki Hoca’nın gözüne uyku girmemiş.


Hoca, 1962 yılında Bostancı'daki okul gezisinde öğrencilerine bilgi veriyor.


Sadece Jeomorfoloji I ve II değil, Sırrı Erinç’in yazdığı birçok kitap, Türkiye’de konularında birer başyapıt olarak kabul ediliyor. Sırrı Hoca 1957’de başkanı olduğu Fiziki Coğrafya Kürsüsü’nde ya da başka üniversitelerde, genellikle ilk defa uygulamasını yaptığı ve bir ders haline gelmesini sağladığı konuların yine aynı çabuklukla kitabını yazıyor. Klimatoloji ve Metodları, Vejetasyon Coğrafyası, Ortam Ekolojisi ve Degredasyonu, Ekosistem Değişiklikleri, Doğu Anadolu Coğrafyası gibi kitapları defalarca basılıyor. Yücel Yılmaz, Hoca’nın vefatından birkaç gün öncesinde, 1953’te yayımlanan Doğu Anadolu Coğrafyası’nı okuyup, bölgedeki yeni çalışmalarında faydalanmak üzere notlar alıyormuş. Yücel Yılmaz, Türkiye’nin önemli jeologlarından. Ancak sismologdan, jeomorfoloğa, iklimbilimciden, botanikçiye ve hatta arkeologa uluslararası başarıya imza atmış pek çok bilim adamımız Sırrı Erinç’İn kitaplarını ellerinin altından eksik etmediklerini söylediler.


1967 yılında İhsan Ketin tarafından çekilen bu fotoğrafta Sırrı Erinç, Bedia Ketin ve Vahide Erinç, Hoca'nın 1956 model Volswagen'in önünde. Türkiye'nin iki duayen yerbilimcisi, dostluklarını ailelerine de taşımıştı.

Yer bilimleriyle ilgili olalım ya da olmayalım, onun mirasından hepimiz faydalandık. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde onun döneminde okuyan pek çok öğrenci, Sırrı Erinç’in derslerine girip dinlediklerini söylüyor. O zamanın arkeoloji öğrencisi, şimdinin prehistorya profesörü Mehmet Özdoğan: “ Derslerinde sadece bilime değil, kültürlere dair görüşünüzü etkileyecek bilgiyi verirdi” diyor. Bu görüşü, 1954 yılından sonra son yıllarında kadar yazmayı sürdürdüğü ortaöğretim ders kitaplarında da gözlemlenir. – son asistanı Ahmet Ertek’in söylediğine göre bu kitapları yazmak için pedagoji kitapları okurmuş-

Sırrı Hoca’nın kitaplarında yetişkin bir insanı hatta bir meslektaşını doyuracak bilgiyi bulabilirsiniz. Son görüşmemizde, kitabında İzlanda’da gece yarısı güneşini gösteren fotoğrafın altına “İzlanda’dan bir görünüş” yazıldığını gösterek, “ Oysa ben bu fotoğrafı o enlemde güneşin yazın batmadığını göstermek için koymuştum” demişti. Hoca’nın ilkokul coğrafya kitaplarına bile soktuğu depremle ilgili uyarıların hükümetlerce hala anlaşılmamış olmasının nedenini de burada aramak lazım.


Olasılıkla Batı Anadolu'da çekilen bu fotoğraf, Erinç'in İÜ Coğrafya Enstitüsü'nde asistan olduğu yıllara ait.

Ne yazık ki Sırrı Erinç’i son yıllarında tanıyabildim; Hoca’nın ciddi sağlık sorunları yaşadığı bir dönemde. Onun insanı yüreklendiren tebessümü eksik olmaz, gözünüzdeki, kendi gözünüzdeki Sırrı Erinç’i sarsmamak için sıkıntılarını belli etmezdi. Hoca’nın beni en etkileyen özelliği, cevabına bir yerde ulaşamadığım, dünyanın en ücra köşelerindeki coğrafi Türkçe karşılığını en ufak bir tereddüt yaşamdan vermesiydi. Gözündeki rahatsızlık nedeniyle artık okuyamıyordu ancak hafızası inanılmaz bir duruluğa sahipti. Vahide Hanım’dan öğrendiğime göre vefat ettiği gün akşamüstüne kadar da öyleymiş. Geçen eylül ayının sonundaki ziyaretimde uzun süre konuşmuş, beraber bahçeye çıkmıştık. Oldukça dinç gözüktüğü o gün, bilmeden son fotoğrafının çekmişim. Daha sonra bahçeye bile çıkamaz olmuş. Ahmet Ertek’in Hoca’nın vefatının ardından söylediği şey sanırım onu tanıyanların ortak duygusunu özetliyor: “ Bir gün onun da gidebileceğini düşünemezdik. Çünkü o Sırrı Erinç’ti.”


Celal Şengör'ün Sırrı Erinç'in vefatının üzerine yazısı:
http://www.tuba.gov.tr/anasayfa/tr/makale-317-TUBA-Asli-Uyesi-ProfDr-AM-Celal-------------ENGORun-yazisi

Sırrı Erinç'in yayın listesi için:
http://enginsalli.blogcu.com/sirri-erinc/4218560

 

İlk link:
https://foliasyon.blogspot.com/search?updated-max=2010-11-24T13:19:00-08:00&max-results=7&start=14&by-date=false

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Eski MTA Tabiat Tarihi Müzesi Belgeselleri

Youtube'da gezinirken karşıma MTA belgesellerinin olduğu ilginç bir kanal çıktı. Bu kanaldaki belgesellerde MTA'nın eski meşhur müdürü / genel direktörü Dr. Sadrettin Alpan döneminde yine MTA'da çalıştığını düşündüğüm Ali Dinçel yönetmenliğinde çekilmiş farklı konularda üç video var.

Videolardan birincisi MTA'nın kırkıncı yılı vesilesiyle çekilmiş, MTA'yı bütün yönleriyle anlatan bu belgeselde 52.13'den sonra MTA Tabiat Tarihi Müzesi anlatılıyor ve müzeden çeşitli görüntüler ve açıklamalar izlenebiliyor. Müzenin o dönemdeki hali, zamanına göre oldukça modern görülüyor. Farklı mineraller, fosiller, hayvan türleri ve evrimle ilgili oluşturulmuş köşeleri ile günümüzdeki modern müzelere benzer bir yerleştirme söz konusu.




Bunun haricinde tamamen müzeyi anlatan 1975 tarihli bir belgesel de kanalda mevcut. Bu kayıdın kalitesi birazcık daha kötü durumda fakat ilk videoya nazaran daha fazla bilgi ve görüntü içeriyor.




Kanaldaki üçüncü video da Atatürk'ün 100. yaş günü nedeniyle yine Ali Dinçel yönetmenliğinde TRT ile ortak bir işbirliği ile yapılmış. Bu videoda Türkiye madencilik ve sanayi tarihi bakımından ilginç bir belge niteliğinde.





18 Mayıs 2019 Cumartesi

Bilim haberciliği konusunda tartışmalı bir örnek: Tanis Fosil Yatağı Vakası



Bilimsel içerik üretimi ve bilim haberciliğinde sıkı ve kapsamlı araştırma ve eleştiri süreçlerinin işlediğini düşünmeye meyilliyiz. Buna karşın günümüzdeki sınırsız paylaşım ve yazım üretimi-akışı içerisinde karşımıza çıkan bilimsel haberlerinin doğruluğuna inanmak istesek de özellikle ana akım medya içerisinde dolaşan bilim haberlerinde çeşitli sorunların olduğunu düşünüyorum. Bunlar benim açımdan : (i) söz konusu bilimsel çalışmanın genelde esas bağlamından koparılması, (ii) konuyla pek ilgili olmayan "tıklanası bir başlık" seçilerek okuyanın içerik vaadiyle dolandırılması ve (iii) bilimsel makale içeriğini aşırı yorumlama gibi çeşitli problem öbekleri olarak şekilleniyor.

Bu gibi durumlar, genel olarak haberin bir "gerçeklik testi" veya bilimsel bir etik sorgulamadan geçmemesinin sonucu olarak toplum bazında yanlış ve gerçekte olmayan sofistike yalancı/hatalı-bilimsel fikirlerin, gerçekler olarak normlaşmasının da öncülüğünü üstleniyor.

Benzer örnekler genel olarak bilim aktarımı, bilim gazeteciliği vb. konularda genel bir etik hassasiyet olmamasından ötürü gerçekleşe de, bilimsel çalışmayı üreten kişilerin bu durumu manipüle edebilme ihtimali de sorunun kronikleşmesine yol açabiliyor ve bilim haberciliğinin sunuş şeklinden itibaren kaynaklanan problemlerle eşit oranda çarpıtılmış bir algı oluşumuna katkı sağlıyor.

Geçen aylarda Amerika’da bilim insanlarının ve habercilerinin aklını karıştıran ve bu konuya örnek olması açısından dikkatimi çeken ilginç bir vaka yaşandı. Söz konusu vaka, 29 Mart 2019'da New Yorker'da Kretase sonundaki kitlesel yokoluş hakkında dünyadaki algıyı değiştirecek yeni bir çalışmanın haber edilmesi ile başladı.


https://www.newyorker.com/magazine/2019/04/08/the-day-the-dinosaurs-died 

Öncelikle  Kretase toplu yok oluşu hakkında wikipedia kaynaklarıyla oluşturulmuş genel bir bilgi vermeye çalışacağım.  

Kretase-Paleosen sınırında (yaklaşık 66 milyon yıl önce), günümüzdeki canlı evrimi ve ekolojisini etkileyen temel süreçlerden biri olarak uçmayan dinozor türleri (kuş türleri) hariç bütün dinozorların ve dünyadaki canlı türlerinin %75'inin yok olduğu "Kretase sonu yokoluşu"  gerçekleşiyor. Uzun yıllardır süren bilimsel araştırmalar sonunda söz konusu yok oluşun en önemli etkeninin dev bir meteorun dünyaya çarparak gezegen üzerindeki yaşamı ani ve hızlı bir şekilde (jeolojik zaman ölçeğinde) yok ettiği hipotezi etrafında bir görüşünün bilim camiası tarafından genel kabul olarak görülmesini sağladı.  

Söz konusu meteor çarpması ile yokoluş hipotezinin en büyük dayanaklarından biri dünyada bu yaştaki kaya gruplarında (66-65 milyon yıl) yer alan ince bir çökel katmanının varlığına dayanmakta. K-T (Kretase-Tersiyer) veya K-P (Kretase-Paleosen) sınırı olarak da bilinen bu yaş grubunda yer alan sedimanter kayalarda yer alan ince bir katman, dünyadaki yer kabuğunda fazla gözlenmeyen, fakat asteroidlerde yüksek oranda gözlenen iridyum elementinin olması gerekenden çok yüksek miktarlarda içeriyor.
 Resimde yer alan çökel kayaların orta kesiminde yer alan beyaz kiltaşı seviyesi dünya yer kabuğunda yer alan iridyum seviyesinden 1000 kat daha fazla iridyum içermekte. Kaynak education wiki 

İridyumca zengin bu katmanın dünya genelinde farklı alanlarda bulunan aynı yaştaki kaya gruplarında izlenebiliyor olması, bu dönemde dev bir meteoritin yer küreye çarpması, sonrasında parçalanması/buharlaşması ve atmosferden dünyadaki farklı alanlara toz bulutu halinde yeniden yağması ile açıklanmakta. Bu meteor çarpması ve akabinde gelen kaotik süreçler K-T toplu yokoluşunun en önemli itici gücü olarak bilim camiasında genel olarak kabul ediliyor. Bunun yanı sıra söz konusu yokoluşun daha önceki dönemlerde devasa ve çok şiddetli volkanik patlamalarla daha önceden tetiklenmiş olduğunu ve meteorun başlı başına bir ana etken olmadığını savunan görüşler de mevcut. Yukarıda bahsettiğim süreçler, aşağıda yer alan videoda kısaca özetleniyor. 

 

Kretase sonu toplu yokoluşunun ana etkeni olduğu düşünülen bu meteorun çarpma alanı olarak kabul edilen Meksika- Chicxulub'daki 180 km çapındaki krater üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar da bu bölgenin dinozorları yokoluşa sürükleyen  olayın gerçekleştiği lokasyon olarak kabul edilmesinde etkili olmuş.

 
 Günümüzde Kretase sonu Chixculub kraterinin lokasyonu (rölyef abartılı olarak çizilmiş) 

Çarpma anında gelişen tsunamilerin ve patlama ile atmosfere fırlayıp tekrar yeryüzüne yağan kaya-meteor parçalarının da toplu yokoluş sırasında etkili bir faktör olarak betimlendiği çalışmalar mevcut. Bu etmenlerinin her biri, Meksika ve Amerika'nın güney kesimlerinde yer alan Kretase-Erken Tersiyer yaşlı kaya oluşumlarında izlenebildiği de kabul edilen görüşler arasında (tekrardan wiki kaynağı).

Bu genel algıya karşın, meteor çarpması ile ani bir şekilde ölmüş dev dinozor iskeletleri ile dolu bir fosil yatağını bulmak gibi iç-gıcıklayacı bir istek bulunsa da, tam olarak Hollywood-vari bu çok net keşife dair bir bilgi -yani dinozorların tam üstüne düşerek ölmelerine sebep olan bir meteor ve oracıkta can vermiş dinozor dolu bir fosil yatağı- insanların fantezilerinde yer aldığı gibi bir şekilde henüz bulunmuş değildi.

Yazının başında bahsettiğim 29 Mart 2019'da New Yorker'da çıkan haber/röportaj ise tam olarak böyle bir K-T ölüm anının bütün detayları ile dünyada ilk defa belgelendiğini duyaran bir başlık ve çeşitli iddaalarla bezenmişti. 

"The Day the Dinasours Died" başlığı ile verilen haberde, genç bir paleontoloğun dünyadaki en belirgin kitlesel yokoluşun (aslında en belirgin olmasa da) neredeyse mükemmel bir şekilde gözlendiği bir alan keşfettiğini bildiriyordu. Yazıda K-T yokoluşunu temsil eden meteor çarpması ile oluşan dev tsunami ile büyük miktarda fosilin "Tanis" ismi verilen fosil yatağında biriktiği ve meteor çarpması ile eş zamanlı olarak bu alanda birikirek fosilleştiklerini duyurmaktaydı. 

Paleontolog DePalma fosil yatağının önünde  

Söz konusu alanda dinozor kemikleri, meteor çarpması ile oluşan akabinde gökyüzünden yağan mikron ölçeğindeki tektitler ve çok farklı miktarda kaotik şekilde depolanmış değişik balık, kabuklu ve bitkilerin yer aldığı bir paleontolojik hazine yatağın ın keşfini müjdeleniyordu. Bunun yanı sıra haberde farklı dinozor tüylerinin de aynı alanda keşfedildiği söyleniyordu. 

Fosil yatağını tanımlayan bu haber, konuyu anlatan makale resmi olarak basılmadan bir kaç gün önce yayınlanmıştı ve çıkacak makale adına daha da büyük bir ilgi yarattı. PNAS (Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America) isimli dergide çıkan makale de ise haberdekilerin aksine sözü edilen önemli bazı bilgilere dair bir emare içermiyordu (Makale açık kaynak ve şu linkten edinmek/indirmek mümkün). Makale içerdiği bilgilere dayanarak cidden Kretase sonu yokoluşuna dair birtakım verileri değişik yöntemlerle sınıyarak sağlıyordu (mikrotektitler, iridium pikleri vb.). Fakat makalede fosil yatağında herhangi bir dinozor bulunduğuna dair bir açıklama yoktu. Ayrıca ne bir dinozor tüyü, ne de alanda bulunan dinozorlara ait jeolojik bir bilgi makalenin herhangi bir yerinde bulunmamaktaydı. 
DePalma kendisine bu durumu açıklaması için yöneltilen soru ve eleştirilere çalışmanın ilerleyen aşamalarında ve yeni basılacak makalelerinde dinozor ve diğer bilgileri yayın için hazırladıklarını belirtiyordu. Buna karşın NewYorker'da çıkan haberlerdeki iddiaların önemli olan kısımlarının makalede bulunmaması, bu bulguların söz konusu alanda cidden var olup olmadığı konusunda bir kuşku yarattı.

Bunun yanı sıra fosil yatağı özel bir mülkiyete aitti ve fosil yatağının çalışma hakkı, burdan çıkan malzemenin kullanım ve dağıtım hakları DePalma tarafından satın alınmıştı. Bu durum şu anda diğer araştırmacıların aynı veri seti ve alanı kullanarak çalışma yapmasının önünde bir engel oluşturuyor ve/veya DePalma grubu önderliğinde yada eşyazarı olmadan bir çalışma yapmalarının önünde belirgin bir engel olarak görülüyor. Bu ilave durum da DePalma ve diğer yazarların makaledeki iddaaları ve gelecekti üretimleri hakkında daha da kuşkulu bir hava yarattı. Bu paragraftaki düşünce ve DePalma ve çalışma grubu ile ilgili iddiaları aşağıda yer alan sitelerdeki çeşitli haberlerden derledim.


https://www.sciencemag.org/news/2019/04/astonishment-skepticism-greet-fossils-claimed-record-dinosaur-killing-asteroid-impact

https://www.livescience.com/65132-cretaceous-death-pit-tanis.html


https://www.macleans.ca/society/science/why-this-stunning-dinosaur-fossil-discovery-has-scientists-stomping-mad/ 


Bilimsel olarak açık bir şekilde paylaşılmayan ve başka kullanıcıların kullanıma açılmayan veri setlerine dayanan çalışmaların "gerçeği" ne kadar temsil ettiği ve ne kadar bilimsel olduğu ciddi bir muamma.

DePalma'nın makalesi ve önermeleri ileride yapılacak çalışmalar ile doğrulanabilir veya yanlışlanabilir (eğer farklı araştırmacıların da çalışmasına izin verirse), fakat Tanis fosil yatağı vakası ciddi bir bilimsel hakem incelemesinden geçmeyen (peer reviewed) ve ciddi bir bilimsel habercilik araştırması yapılmadan kamuoyuna duyurulan bilgilerin ne kadar spekülatif olabileceğini gösteren önemli bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.  Bu durum, bence bilimin topluma aktarılırken hem aktaran hem de aktarıcının şüpheci ve eleştirel bakışı olabildiğince koruması gerektiğini hatırlatan bir vaka olarak da göze çarpıyor. 

Bu bakımdan Türkiye'de belki hergün birkaç (belki 10'larca) yanlış bilimsel haber-yayın-paylaşım yapıldığına şahit olabiliriz. Bu durum Türkiye'de bilim haberciliği adı altında derinlemesine bir uğraş olmamasının yanı sıra, bilim insanlarının maalesef ciddiye alınmak adına "clickbait" batağına düşmesi ya da düşürülmesi veya narsistçe bazı güdülerle "pireyi deve yapmaları" sonucunda  gerçekleşebiliyor. 

Bütün bunlara rağmen yine de bilim haberciliği yapan ya da bilim okur-yazarı olan herkesin yapabileceği şey somut kanıtları talep etmek, yorumlamak ve şüphecilikten hiç bir zaman vazgeçmemek olmalı.


Dr. Gönenç Göçmengil